30 Nisan 2011 Cumartesi

Fenerbahçe'nin Genç Yetenekleri: Okan Alkan ( Bölüm 1 )

Okan Alkan...

A Takım forması altında aldığı kısıtlı sürelerde Fenerbahçe taraftarında iz bırakmayı beceren safkan bir kanat oyuncusu. Son zamanlarda formadan uzak olsa da Fenerbahçe'nin geleceğinde belkide en kilit oyunculardan birisi olacak bir yıldız adayı. Çok önceden sözünü verdiğim üzere; işte Okan Alkan hikayesi...
















1 Ekim 1992... Alkan ailesinin yedi çocuğundan biri olarak Mardin'de Dünya'ya geldi. Bu topraklarda doğan birisi için gelecek adına oluşturabilecek en iyi senaryo belki İstanbul'da bir üniversite kazanıp hayatını kurtarmak, belki emlakçı olan babasının işlerini devam ettirerek hayata tutunmaya çalışmak... Ancak Okan Alkan herhangi birisinden çok daha fazlasına sahip. Neye mi? Tabiki yeteneğe. Fazla yeteneğe...

Fenerbahçe'li bir ailenin, doğuştan Fenerbahçe'li çocuğu olarak 12 yaşında Mardin'de bulunan Fenerbahçe futbol okulunda başladı futbola Okan. Ne kadar iyi olursanız olun Mardin'den İstanbul'a; gönül verdiğiniz klube gelme ihtimaline inanmak dahi biraz zordur. En fazla doksana giden bir şutunuz sonrasında ''Pierre Vaaan Hooijdooonkk'' diye bağırırsınız. Ya da uyku tutmayan bir gecede kendinizi bir Fenerbahçeli futbolcu yerine koyarsınız. 90. dakikada Galatasaray deplasmanında şampiyon yaparsınız takımınızı. Onun içinde en fazlası buydu. Hayalleri vardı, doğruluğunu sınayacak yaşta olmadığı zamanlarda kurduğu hayalleri... Ancak karşısına çıkan birileri ona dilediği hayali kurmayı öğretecekti elbet.

Bir sene Fenerbahçe Futbol Okulunda oynadıktan sonra şehrin sıradan takımlarından birinde filiz lisansı çıktı Okan'ın. Çok geçmeden şehrin takımına; Mardinspor'a geçti Okan. İki sene önce seçmelerini kazandığı Fenerbahçe Futbol Okuluna gitmek için yapması gereken masrafları babasına nasıl izah edeceğini gerektiğini düşünürken iki sene içinde şehrinin takımında şehrini temsil etme fırsatı yakalamıştı. Belkide hayatının dönüm noktalarından birine gelmişti.Çünkü artık onu Milli Takım vitrinine çıkartabilecek bir takımdaydı. Belki de Milli Takım forması altında müthiş performanslar gösterecek ve iki sene evvel parasal sıkıntılar yüzünden gidememe korkusu yaşadığı futbol okulunun bağlı olduğu camiaya gelecekti.




















Okan altyapıda oynadığı maçlarda son derece başarılı bir grafik çiziyordu. Bu, o dönemin teknik direktörü Feyyaz Uçar'ın gözünden kaçmadı. Onu A Takım kampına dahil etti. Ancak profesyonel sözleşmesi olmadığı için oynanacak müsabakanın kadrosuna girememişti. Ancak iki sene içinde şehrin A takımının kampına dahil edilebilecek bir performans sergilemek dahi yeterince sıradışı idi Okan için. Ama onun yürüyüşü daha yeni başlamıştı.Çünkü onun yetenekleri farkeden Milli Takım yetkilileri onu U-15 Milli Takımına çağırmışlardı.

Milli Takım kampına geldiğinde Denizli'den gelen turuncu kafalı bir çocuk ile karşılaştığında muhtemelen onun kendisinin en yakın arkadaşlarından birisi olacağını ve tüm hayallerini beraber gerçekleştireceğini bilmiyordu. Nihayet, 2007 Nisan'ının 17'sinde 40. dakikada oyuna dahil oluyordu Okan. O turuncu kafalı çocuk ise Milli olmak için 10 dakika daha bekleyecekti.

4/1 kazanılan özel maçta sonradan gösterdiği performans kendisini iki gün sonra oynanacak maçta direkt 11 oynama şansı sundu. Okan bu şansı da iyi değerlendirdi. Ve Milli Takım forması altında oynadığı başarılı performansların yanında hocalarının da referansıyla İstanbul'un yolunu tuttu. Artık Galatasaray deplasmanında doksanıncı dakikayı görebilmek onun için çok daha yakın ve inanılır bir hedefti.2007 Haziran'ı itibari ile o artık Fenerbahçe'nin futbolcusuydu...


Devamı gelecek...















25 Nisan 2011 Pazartesi

Bucaspor-Fenerbahçe Maçının Ardından

Son şampiyonluğun geldiği şehir, karnaval havası, tıklım tıklım tribünler...Bucaspor açısından formalite maçı olacağını düşünüyordum bu maçın. Büyük eksiklikler vardı ki daha önemlisi ligden düşmeme umudu taşıyan bir tane oyuncusu kaldığını düşünmüyordum. Ancak sahaya çıkıp neredeyse şampiyonu belirleyeceklerdi. Gönül böyle takımların ligde kalmasını istiyor ama yetkili merci gönlümüz değil, kendilerinin performansı. Futbolcu fabrikası olan Buca umarım tekrar Süper Lig'e döner ve daha istikrarlı bir yapı ile ( gerek yönetim, gerek TD ) altyapısından gelen pırıl pırıl gençleri kullanarak kalıcı olmayı başarır.

Stoch'un daha etkili kullanılması gerektiğini savunan birisi olarak maça Stoch ile başlanmamasını yadırgamadım. Zira burada sürekli olarak kimi oyuncuların yedek klubesinden gelerek hamle üstünlüğü verdiğinden bahsediyorum. Semih bu kategorideki oyuncuların kralı, Stoch'ta ''Semih etkisi'' yapmaya çok yakın. Şampiyonluk kazanıldığı taktirde 30 sene sonra dahi adı hatırlanacak oyunculardan olacak. Yalnız burada iki oyuncu arasında şöyle bir fark var; Semih hiçbir zaman 11 oyuncusu olacak fiziksel özellliklere sahip olmadı. Ayrıca oyun karakteri itibari ile baskı kuran takımın yıprattığı takıma karşı gol silahı olarak oynaması onun performansını %100 arttırıyor. Kapalı ve sert başlayan savunmalara karşı baskı yapacak, stoperlerle boğuşacak bir yapısı yok. Yapsa da Niang'a göre çok etkisiz olduğu ortada. Stoch ise tam tersi, ister maça başla istersen sonradan oyuna al. Sonradan gelip katkı vermek zordur, rakip fizik olarak senden daha kötü durumdadır ancak psikolojik olarak daha iyidir, daha konsantredir oyuna. Kendisini gerek fiziksel gerek zihinsel açıdan hazır tutan Stoch bu bakımdan çok kıymetli katkılarda bulunuyor. Tebrik etmek gerekiyor kendisini.

Maçın uzun uzadıya yazılacak bir tarafı yok. Daha doğrusu bu maç için taktik yazı yazmak maçın ''özel''lliğine ters. Şampiyonluk yolunda gidiyorsun, küme düşmeme ihtimali düşme ihtimalinden beş misli fazla bir takım seni yere seriyor. Sonra enfes bir şut çıkıyor Emre'nin ayağından. Ama bir türlü oyun hakimiyetini eline alamıyorsun, dolayısı ile skor hakimiyetini iki farklı rakibine veriyorsun. Sonra hala '' acemi '' bir stoper olan Ediz saçma sapan bir penaltıya sebebiyet veriyor. Alex 1,70 boyuyla yine üç tane stoper arasından enfes bir kafa vuruşu yapıyor. Ve kıyamet alameti: Daniel Guiza enfes bir gol ile seni öne geçiriyor. Bundan Alex ve Guiza'nın ana karakterler olduğu güzel bir hikaye olur ama sezon sonunu beklemek gerekiyor. Tarih kazananları yazar...

Her maç sonrası Aykut Kocaman'a bir paragraf ayırdığım için bu seferlikte hakkında iki kelam etmem gerekiyor. Maça çıkan 11 anlaşılabilir bir 11. Caner verilen görevi yapmaya çalışan, sol önde oynadığında gerçek performansına yaklaşan bir oyuncu ki oyunun karakterini analiz etme safhasında oyunu tutmak ve önde baskı kurmak adına tartışmaya çok açık bir tercih değil bana kalırsa. Ancak bana kalırsa Stoch'u oyuna sokmakta yine geç kalındı. Galatasaray ve Gaziantep maçlarında da aynı hata yapılmıştı, bu sefer bedelinin çok ağır olacağını düşünüyordum ki Stoch kısa sürede çok fazla fark yarattı yine. Kazanan haklıdır. Guiza oyuna girerken maçın en kötü, hatta rezalet ismi Semih'in sahada kalması ise belkide sezonun hareketidir. Zira Semih'i kenara aldığın andan itibaren yenilecek bir golde yapabileceğin forveti ikileme hamlen kalmazdı. O Semih enfes bir top atınca sahada kalması seni hamlelerini de taçlandırıyor tabi. Sonrasında Özer-Semih değişikliğinin altına da imzamı atarım.

Fenerbahçe bana kalırsa böyle kritik bir haftada oynamaması gereken bir oyun ortaya koydu ama şans melekleri Guiza'nın geçen sezon Bursaspor maçında döktüğü gözyaşlarını hatırlamış olacak ki onunla beraber tekrar sahaya girdiler. Psikolojik olarak ağır bir darbedir bu rakibe, şimdi mikrofonlarımız Trabzon'da, Avni Aker'de. Gözler Fenerbahçe'ye karşı sahada ölmeye çıkan Gaziantepspor futbol takımı futbolcularında....

17 Nisan 2011 Pazar

Teşekkürler




















Bu kupada emeği geçen herkese milyonlarca teşekkürler. Benim adıma futboldan sonra en anlamlı kupa geldi, darısı futbola işallah..




Fenerbahçe-Gaziantepspor Maçının Ardından

Öncelikle sahada tüm eforunu sarfeden Gaziantepspor takımı oyuncularını tebrik ederek söze başlamak gerek. Daha önce Fenerbahçe karşısında sahaya '' ölmeye '' çıkan Gençlerbirliği oyuncuları gibi varlarını yoklarını gol yememek adına harcadılar. Bir futbol takımının verebileceği mücadeleyi sonuna kadar verdikleri dakikada '' şansın hakedenin yanında olduğunu '' birkez daha ispatlanmasına ortam sağladılar. Bu bağlamda kendilerini kutlamak ve teşekkür etmek gerek. Tabi aynı performansı Trabzonspor karşısında da beklemek hakkımız. Keza olası bir mağlubiyet golünden sonra suratlarında aynı ifadelerin belirip belirmeyeceğine özellikle dikkat edeceğim. Onlarda 3. lük için oynuyorlar tabi, üzülmeleri;böyle kahramanca mücadele etmeleri yadırganmamalı.

Maçta tek tek irdelenmesi gereken çok konu var aslında. Aykut Kocaman'ın Stoch'u yanında oturup hem hamle üstünlüğünü eline alması hem de kazanan kadroyu bozmaması ne kadar doğruysa Stoch'u ısrarla son düzlükte oyuna sürmesi bence hata. Maç 55. dk dan sonra Stoch'u çağırmaya başlamıştı çünkü.Maçta olanlar tribünlerin Dia baskısından söz ediyorlar, Fenerbahçe tribünlerinin en sevmediğim huyudur bu da. Tabir-i caizse sahada tecavüz edilen Guiza'nın gözyaşlarının 3/2'e getirdiği maç ve kaçan şampiyonluk... Tabi bir sıra arkamda her maç '' Özer'i oynatsana laaynn'' şeklinde bağıran adamın Özer oynadığında Daum'dan Özer'e herkesi sıradan geçirmesi. Beğenmesek te bu da Fenerbahçe taraftarının hastalığı işte, birşey yapılamıyor. Yalnız bunun yenilmesi adına Aykut Kocaman büyük şans, zira kendisine inanan taraftar sayısı inanmayanlardan çok daha fazla. Dün oynanan futbol bir tarafa, ligin ikinci yarısında ligi domine eden Fenerbahçe'nin oyun karakteri Aykut Kocaman'ın insani karakterinden izler taşıması sebebiyle bu da doğrudur ve kabul edilebilir ama yine de özellikle Stoch konusunda dikkat çekmek gerekiyor diye düşünüyorum. Galatasaray maçında da 60. dk civarı Stoch girmeli diyorduk ki girdikten sonra dün oynanan maç kadar görünen etkisi olmasa da bence daha direkt etkisi vardı galibiyete. Küstürmemek ve daha doğru zamanlarda daha çok kullanmak gerek Stoch'u. Yanlış diziliş, oyuncu tercihleri, saha içi planlama ve oyuncu değişiklikleri ile Bursaspor'da maçında bıraktığımız üç puanın sebepleri üzerinde durulmalı ve son maçlarda tekrarlanmamalı bence.

Sahada sanki savunma prensipleri çalışan bir grup ile onu delmeye çalışan ikinci grubun müsabakasını izliyor hissi oluşmasısebebiyle teknik-taktik bir detay yazmak gereksiz gibi. Pek kıymetli Hüseyin Bey üzerine yazmaya başlarsak ise çarşaf çarşaf yazmamız gerekeceğinden susmak en iyisi. Veremediği penaltılardan sonra suratında oluşan '' hapı yuttum '' havası sebebiyle sadece Fenerbahçe lehine bir hata yapmamasını istedim maçı izlerken ama Lugano'yu atmayarak tüy dikti. Şimdi değerli Türk basını da bir hafta boyunca Lugano'nun hareketini konuşur, Antep'in Trabzon karşısında nasıl oynayacağının yaratacağı merak ya da verilmeyen penaltılar unutulur. Ne yapalım, bu ülkede böyle işte.

Gözler Bursaspor'un sergileyeceği onurlu mücadelede artık...Ben o kadar umutsuz değilim açıkçası.


Real Madrid-Barcelona #1














Mourinho ilk maçta şapkasını içinden tavşanı çıkartamadan takmak zorunda kalınca bu maç adına beklentim epey artmıştı. Onun canını çok acıtacağını tahmin ettiğim bir yara almıştı ki, o 5/0lık mağlubiyetten sonra dahi meydan okumaya devam etmekten geri kalmadı. Ben Real Madrid forması taşıyan oyunculara ''Barcelona'yı yenecek'' düzende oynatma şeklinin taraftarlar tarafından hoş karşılanmayacağını düşünüyordum ki bugün gördüğüm kadarıyla onlar beraberlikte dahi şampiyon olmuşçasına sevinecek hale gelmişler. Eh , kolay değil tabi.




















İlk yarı '' Fenerbahçe - Galatasaray maçı derbi ise şu maç nedir?'' diyenleri utandıracak derecede sıkıcı idi desem yanlış olur mu bilmiyorum ancak en azından benim açımdan öyleydi. Ronaldo'nun yay üzerinde Valdes'i içeri sokmak üzere salladığı ayak topa isabet etseydi oyun daha renklenebilirdi ancak o da olmayınca akıllarda Messi'nin aşırtamadığı top ve Villa'nın penaltısı kaldı. Rıdvan Dilmen ve Ercan Taner pozisyonu penaltı olarak yorumlasalarda bu pozisyon bence yoruma açık bir pozisyon. Hakem bence de Real'i özellikle Pepe'ye kart vermeyerek epey gözetti ancak bu pozisyonda hem açısı hem pozisyonun gelişimi açısından ben birşey diyemiyorum. Ayrıca Villa'nın sağ bacağının çok erken kırılması, yani müdahale olmadan düşmeye hazırlanması gözüme çarpmıştı izlerken ki bu fotoğrafta düşüncemi destekler nitelikte.Casillas şayet elini Villa'nın ayağına takmış olsaydı Villa dizini kırarak değil yüzüstü düşerdi yere. Bu demek değil ki pozisyon kesinlikle penaltı değil. Hayır sadece yoruma açık bir pozisyon bence, hepsi bu.





















Ama bu pozisyonun yorumu yok tabi. Direkt penaltı ve kırmızı kart kararı doğru olsa da sürekli aklımı kurcalayan ve twitterda Riqquelme'nin de yazdığı bir hususun üzerinde durmadan edemeyeceğim. Penaltı demek zaten büyük bir gol şansı demek, penaltı vererek rakibi cezalandırıp bir de kırmızı kart vererek cezalandırarak toplamda hanesine iki ceza puanı yazmak bence doğru değil. Bu gözden geçirilmeli diye düşünüyorum.




















Yarın yazacağım Antep maçı yazısından önce gelen bu yazıdan sonra sonuçlara çok fazla bağımlı yorum yaptığım düşünülebilir ancak bence Mourinho'nun Mesut tercihi son derece doğru bir karar olmuş. Sert, dirençli, fiziksel açıdan üstün bir takım ile ayakta durup olursa hızlı toplarla sonuca gitmeyi; olmazsa da 60'lardan sonra Mesut ile galip gelmeyi düşünmüş ki bence bu çok doğru olmuş. Kimi oyuncular vardır, klubende oturması sana hamle üstünlüğü verir. ( Stoch ve Semih'te en yakın örneklerdir hatta.. ) Öyle oyuncularda vardır ki onlar futbol sanatçısıdır. Totale vurduğunda bir Messi ya da Ronaldo'nun altında kalabilirler ama izlerken daha bir keyif alırsınız. Mesut'ta onlardan benim gözümde. Ve Mesut gibi oyuncuyu oyunun başından beri alan parselizasyonunda kullandıktan sonra skor yönünden yararlanmak zor gibi geliyor bana. Elbet olabilir, elbette Mesut bunu verecek hem fiziksel hem de teknik kapasiteye sahip. Ama bu maçtaki kadar alenen olmaz işte. Muhteşem resimler çizen bir ressamın beyninden fırçasına dökülendir sanatı. Sen şayet ona ''Benim resmimi çiz'' dersen o çizer, yine güzel de çizer de kafasındaki bu mudur, sanatı bu mudur orası tartışılır. Ama bence değildir işte.














Maçta eğlenceli dakikalar da oldu tabi. Ancak ben Pepe'nin Messi'ye yaptığı '' delirdin mi? '' hareketi kadar anlamlısını görmedim. Pepe'de müthiş oyunun taçlandırmış oldu böylelikle.




























Bu pozisyonda bana penaltı değil gibi geldi ancak El Classico'dan önce Fenerbahçe-Antep maçını izlemiş olmamızdan sebep hakemi tartışacak psikolojide değilim gibi sanki.























Maçtan önce Barcelona hayranlığım ve futbola olan ilgimden sebep sonuç soranlara Valdes'in '' Real bizi en son yendiğinde Tv'ler siyah beyazdı galiba?'' tarzı rakibi ekstra motive edecek açıklamalardan dolayı ilk maç kadar kolay olmayacağını, bu maça ne bahis ne de yorum yapılmaması gerektiğini söylemiştim. Real'i ayakta tutan psikolojik faktörler bence bu sefer Barcelona'yı ateşler ve kupa maçında açık bir tarife olur. Şartlarda değişme olursa buradan paylaşırız yine fikrimizi...

16 Nisan 2011 Cumartesi

El Classico Öncesi Isınma Hareketleri #3

Bu linkte görebileceğiniz üzere Sport kadroları bu şekilde vermiş.




Barcelona bu dizilişle çıkarsa ilk maçtaki kadar ağır favori değil bence. Guardiola '' rakip ilk maça göre daha iyi durumda ancak kazanacağız'' demiş. Az kaldı zaten şunun şurasında.


14 Nisan 2011 Perşembe

El Classico Öncesi Isınma Hareketleri #1

Uğur Meleke ve Düşündürdükleri

Uğur Meleke'nin bugün yazdığı yazı ile Türkiye'nin kanayan yarasına parmak basmış desek pek bir medyatik giriş yapmış oluruz değil mi?Ama sanırsınız ki müthiş bir yazı yazmış, söylenmeyenleri söylemiş. Hayır. Yazı burada, biraz göz gezdirirseniz ne demek istediğimi daha net anlarsınız diye düşünüyorum. Çünkü biraz suçüstü yakalanma durumu var yazıda. Bir de dediğim gibi ''Türkiye'nin kanayan yarası '' ilgi ve bilgi sahibi olmadan eli kalem tutanların kendilerini nasıl açık ettiklerinin en bariz örneklerinden diyebiliriz.

Kendince incecidir Uğur Bey. Yazdığı yazıda da belki çoğu Fenerbahçe taraftarının şampiyonluk mücadelesi sebebiyle dikkat etmediği bir hususa dikkat çekmiş başlangıçta. Sol kanatta son 5 maçta değişen oyuncuları teker teker sayarak yazının anafikrine geçiş yapmaya çalışmış. Keşke direkt buradan geçiş yapsaymış. Ya da vermeyi sevdiği istatistiki verileri de verdikten sonra söylemek istediklerini söyleseymiş. Yazıyı detaylandırarak '' her kıtaya hakimim '' mesajı vermek istemiş ama malesef ''kavuşmamış'' bu kez.

Uğur Meleke diyor ki Brezilya Milli Takımının iki sol beki ( Andre ve Bastos ) sol açık kökenli. Ve ekliyor; ''Barcelona solunda sağbek için transfer edilmiş Adriano'yu oynatıyor.''

Ben esasen İstanbul Üniversitesinin Endüstriyel Futbol paneline geldiğinde kendimce nasıl bir düşünce yapısına sahip olduğunu anlamıştım Uğur Bey'in. Zira Aragones'in yaşından dem vurup '' Bu yaştaki teknik direktör Fenerbahçe'ye ne verecek? '' diye soran öğrenciye '' Alex Ferguson'da 70 yaşında, ne alakası var yaş ile, olmayınca olmuyor.'' şeklinde çıkışmıştı üç sene önce. O zaman Alex Ferguson 66 yaşındaydı, bende söz alıp kendisine hem bunu hatırlatıp hem de arkadaşın kastetmek istediği şeyi yanlış anladığını söyleyince yine son derece bilirkişi tavırları ile enteresan yanıtlar vermişti. Bir de en büyük hayalinin büyük bir takımın Ceo'su olmak olduğunu söylüyordu. O derece güveniyordu kendisine. Peki biz ne diyorduk?

Uğur Meleke yine bilirkişi gibi ( İngiltere, İspanya, İtalya benden sorulur ama Brezilya'ya kadar geniş bir portföy sahibiyim. ) konuşmuş ki Ceoluk hayali kuran bir köşe yazarının bu tavrına şaşırmadım. Ama gönül isterdi ki izlemediği ligler, bilmediği futbol yapıları hakkında yorum yapmasın. Yapıyorsa da bilen birilerine sorsun... Zira Andre Santos sol açık filan değil Brezilya futbolunun neredeyse sol açıksız anlayışının direkt sol bekidir. Şayet Brezilya'dan bir iki maç izlerse kendisinin sol açık oynadığını sandığı oyuncuların aslında sol açık olmadığını anlayacaktır ki zaten Brezilya'dan ''mevkisiz'' olarak Avrupa'ya gelen oyuncuların Avrupa futboluna alışma sürecini uzatan faktörlerden biridir bu. Ancak yazıda bana göre çok daha büyük bir gaf söz konusu. Zira Uğur Meleke bu satırları yazarak değil Brezilya ligini; La Liga'yı dahi Barcelona harici izlemediğini kanıtladı gözümde. Zira izleseydi Adriano'nun Fenerbahçe ile de eşleşmiş olan Sevilla'da nerede oynadığını, dolayısı ile Barcelona'nın nereye transfer yapmış olabileceğini anlardı.

Türk sporunun böylesine değerli kalemlere ihtiyacı var diyerek noktalayalım yazımızı.

Peki blogu neden mi boşluyorum?

Neden acaba...




12 Nisan 2011 Salı

Fenerbahçe-Beşiktaş A2 Maçının Ardından

Dün Beykan, Okan, Hasan ve Berk'in oynayacağını haberini aldıktan sonra bugün Dereağzına gitmemek olmazdı. Nitekim yine 10 dakika geç kalmış olsakta müsabakaya yetiştim. Maçı sağımda eski A2 futbolcumuz olan Erdal Güçükkara, solumda ise Recep Berk Elitez'in babasının ortasında izledim. Maçın durağanlığından sebep bol bol sohbet etme fırsatımız oldu. Açıkçası sadece bu maçı izleyip eve dönmüş olsaydım ''keşke gitmeseydim'' derdim muhtemelen. Ancak altyapıya dair yaptığımız sohbetlerden sebep maç son derece sıkıcı olsa da keyifli bir gün geçirdim diyebilirim.

Kısaca oyundan bahsetmek gerekirse Beşiktaş'ın daha takım gibi oynadığını söylemek yanlış olmaz. Oyuncular belli bir sistem doğrultusunda hareket ediyorlarmış hissi veriyorlar izleyenlere. Beklerin gideceği yer ve zaman, stoperlerin oyuna katılımı herşey kontrol altında gibiydi. Dolayısı ile daha baskındılar Fenerbahçe'ye göre. Ancak bunda Fenerbahçe'nin sahaya anlaşılmaz bir saha tertibi ve yeri değişmiş oyuncularla çıkması da etkendi. Sol açık İlyas sol bek, sol bek Devrimcan stoper, stoper Hasan ön libero çıkmıştı maça. Ömer Kandemir Okan ile değişmeli olarak sağ kanadı savunuyor, Zeki ise stoper oynuyordu. Ancak benim dikkatimi en çok Hasan'ın ön libero oynaması çekmişti. Fenerbahçe'nin ortasahada üstünlüğü ele alamamasının ve üretken olamamasının sebebinin bu olduğunu düşünüyordum ki Hasan'ı ön liberoda gördüğümde yaşadığım şaşkınlık maç sonunda Aykut Kocaman'ın direktifi doğrultusunda orada oynatıldığı bilgisini almam ile kayboldu. Daha önceden Aykut Hoca'nın Hasan'ı çok beğendiği bilgisini almıştım, böylece bu da teyit edildi gözümde.Hoca Hasan'a farklı özellikler kazandırmak istiyor sanırım.

Devre arasında sahaya ısınan oyuncular çıktığında gözler direkt Muhammed Demirci'ye çevrildi. İsmi basına düştüğü zaman çok ufak tefek görmemizden sebep iyi bir fiziğe sahip olamayacağını düşündüğümüz Muhammed'in fiziğinin düşündüklerimizle uzaktan yakından alakası yoktu. Son derece sağlam duran ve daha da geliştirilebir bir fiziği var. Boyu 1,70 lere gelmiş gibi. Isınırken küçük çaplı bir show sundu izleyenlere, biz de oyuna girmesini bekler olduk. O an Erdal'a Muhammed'i sorup Recep Niyaz ile karşılaştırma yapmasını istediğimde Muhammed'in çok iyi olduğunu ancak Recep'in ondan daha iyi olduğunu düşündüğünü söyledi. Ve ''Recep'in ayağından top alamıyoruz, daha iyi olur muhtemelen '' diye ekledi. Açıkçası ben gerek ısınırken gerek ise oyunda kaldığı beş dakika içerisinde gösterdiklerinden çok etkilendiğim Muhammed'in vadettiklerinden fazlasını vadeden bir oyuncuyu hayal edemiyorum. Top oynamak için yaratılmış bu çocuk. Top ayağında iken çok büyük keyif veriyor. Milli takımda beraber oynarlar artık Recep ile...

Maçta yaşadığım bir başka şaşkınlık Beykan'ın silik performansı idi. Yaşına göre muhtemelen 1,90 civarı olan Atınç ile çok iyi mücadele etti ancak çok istekli ve etkili olan Berk Elitez'e yeterli desteği veremedi. İstediklerini yapamayınca da oyundan çok çabuk düştü ki ortaokuldan beden öğretmenim olan ve aynı zamanda Beykan'ın da hocalığını yapmış U 17 antrenörü Semih Özü motive etmeye çalıştı kendisini. Ama genel olarak bekleneni vermekten uzaktı.

Berk'in boyu 1,81 olarak yazılmış resmi siteye ama hava topuna çıktığında 1,90 oluyor gibi. İnanılmaz bir zamanlama ve sıçrama özelliğine sahip. Babası da bu özelliğinin farkında olduğundan her hava topunda '' Bak nasıl alacak şimdi... '' diyordu.Tekrardan hava topu aldığı adamın 1,90 civarı olduğunu belirtmekte fayda var.

Maç sonunda kısa bir sohbet yapma imkanı bulduğum Enis Gül yine standart performansı ile oynadı. Her maç aynı oynayan, istikrarlı ve her takıma lazım bir oyuncu Enis. Ben hala neden A takıma düşünülmediğini merak ediyorum. Bana kalırsa herhangi bir sebebi yok ancak garip işler. Belki bir yaş daha küçük olan ve topla biraz daha iyi olan Berkay düşünülüyordur, bilinmez. Bence ikisi de potansiyelli ve iyi oyuncular.

Okan Alkan'ı top ayağında iken izlemek çok keyifli. Ama buraya maç temposu ve tecrübesini arttırsın diye gönderildiğini unutmadan oynamalı diye düşünüyorum. Çok yetenekli ve hızlı bir oyuncu olabilirsin ama iyi oyuncu yanındakileri de daha fazla sokmalı oyuna. Her aldığı topla üç adamı bağlamaya çalışan Okan'a bu kademe pek fazla birşey katmıyor. Seneye kadroda daha sık kullanılan oyunculardan olmayacaksa kiralanmasında fayda var.

Beşiktaş'ın ortasahasının ortasındaki Cumali, forvette oynayan 9 numara ve oyuna sonradan giren 13 numara iyi oyuncular. ( TFF sağolsun isimleri yazamıyoruz şuan) Gelecekte isimlerini duyabiliriz.

Maçtan sonra Baroni ve Spahija ile selamlaşmak, kapıdan çıkarken bir anda Gökay İravul ile karşılaşmak ise aklımda kalan son detaylar. Unutmadan bir de maç bitiminde soyunma odasından çıkıp arkadaşlarının yanına doğru koşar adımlarla ilerleyen Berk'i görünce selam veren, sonrasında ise Berk'in dedikodusunu yapıp ahlar vahlar içinde antreman salonlarına yürüyen altyapıdaki bayan(tahminen) basketbolcularımız da var tabi. Sene sonunda kendisine büyük ihtimal ile yer açılacak olan Berk A takımda daha fazla şans bulmaya başladığında, sahadaki golcü kimliğini saha dışına da taşır gibi.

5 Nisan 2011 Salı

Kaybedenler Klubü

Yine klasik bir giriş; '' Blogu çok boşladığımın farkındayım. '' Ancak bu sefer ne isteksizlik ne de yazılacak birşey görmemden ötürü değil. Kimi zaman bir yazı yazmaya niyetleniyorum, blogu açıyorum. Ama mahkeme kararı ile mahkeme duvarına dönmüş bir ekran. Kimi zaman yine niyetleniyorum. Bu sefer ise başka bir bahane.

Aslında Okan Alkan yazısı yazmak hala aklımda. Gerçi o konuda da Lig TV erken davranıp bir klip hazırladı Manisaspor maçından hemen sonra. Eh, iki senedir performansından bahsettiğim adamın bir iki satır geçmişini ilk ben yazayım isterdim, bu sebeple o da ertelenip durdu. Ancak aklımdan çıkmış değil.

Keza maç önü ve sonrası yazıda yazmak istiyorum. Tabiki A2 takımını da. Ancak bir saldık mı toparlamak zor oluyormuş, biz bilgisayar başına geçene kadar bu konular gündemden düşüyor. Eh, ne yapalım; yazamadığımızla kalıyoruz bizde. Çok yakından takip etsekte ettiğimizle kalıyoruz.

Ancak bu ayın sonundan itibaren blog eski günlerdeki gibi(?) daha sık güncellenecek. Bunun sözünü verebilirim. Keza daha çeşitli konularla temeli futbol olan ancak farklı konularında konuşulduğu bir blog olarak geri dönmeyi planlıyorum.

Mesela çok sık sinemaya giden birisi olarak film yazıları da yazılabilir ki bugün izlediğim ''Kaybedenler Klubü'' böyle karman çorman bir girişe sebebiyet verdi. Ne güzel duruyordu blog burada, yazınca birşeyleri de açıklamak gerekti.

Filmin binevi gerçek kesit olması enteresan. Bu sebeple benzerlerinden ayrılıyor. Zaman zaman yaran diyaloglar kullanılmış ki böyle bir radyo programını dinleyememek filmi izlediğinizde size de üzüntü verecek. Başrol oyuncuları ( Nejat İşler ve Yiğit Özşener ) rollerine cuk oturmuşlar. Düşünüyorum, bu rollere bu kadar güzel oturacak bir ikili daha türetemiyorum. Bunun sebebi sanırım karakterlerin hakkını verdiklerini görmek. Bir ihtimal Yiğit Özşener ismi değişir ama filmdeki oyunculuğu eleştirilen Nejat İşler bence hakkını vermiş rolün. Zira o filmdeki karakterin izlerini taşıyor gibi. Yiğit Yenilmez daha çok Nejat İşler üzerine kurulu olan bir filmde annesi ile geçen diyaloglardaki mimikleri ile gayet başarılı bir iş çıkarmış.

İnternette filme ait yorumları okuduğumda gelen bir başka eleştiri bu adamların neden '' kaybeden '' olduklarının vurgulanmaması olmuş. Evet, bu eleştirilebilir bir taraf. Ama insanları saatlerce sinema salonunda tutmak zor, neden kaybeden olduklarını görsel olarak açıklamak ise filmin eğlencesini kaçırabilirdi. Bu sebeple istedikleri gibi yaşamaya çalıştıkları hayatlarından eğlenceli bir yapıt ortaya çıkarttığı için yönetmeni tebrik etmek gerekiyor. Zira bu adamların adı üstünde; ''kaybedenler''. Filme gidecek olan sinemaseverler yönetmenin eski işlerine açıp bakarlarsa, kaybedenlerin ne sebeplerle kayba uğradıklarını ve yönetmenin filmi filme sığdırılamayacak hangi temele oturtup geliştirdiğini anlayabilirler.

Kaan'ın filmde sevgilisine sorduğu '' Biz programda sex mi konuşuyoruz, bu kadarcık mı '' sorusu izleyeni filmde başka şeylerde aramaya itiyor. Evet, film birçok telden çalıyor ancak ben bu tarz cinsellik içeren filmlerin sinema salonlarına taşınmasının cinsellik konusunda alışılmışı değiştirme gayesi taşıdığını görüyorum. Yani evet, radyoda çok şey konuşuluyor ancak bu filmin gösterimde olmasının tek sebebi bence iki tane radyocunun yaptığı işi anlatmak değil.

Ben herkesten farklı bir noktayı eleştireceğim. Eskiden Türk yapımlarının sonu iyilerin kazandığı kötülerin kaybettiği bir sahne ile biterdi. Ancak Issız adam ile başlayan akım sonucunda filmlere cinsellik konusu eskiye nazaran çok fazla işlenmeye başladığı gibi sanki filmlerekötü bitme zorunluluğu da getirildi. Tamam, her film iyi bitecek diye birşey yok, bu film kötü de bitebilir de bu kadar çaktırmamak gerekiyordu bence sonu. Unutmadan Issız Adam demişken, Kaybedenler Klubü'nün Issız Adam'ın biraz daha geliştirilmiş versiyonu olduğunu söyleyebiliriz. Müzik seçimleri Issız Adam'ın ki gibi enfes, çekimler tıp ki Issız Adam'da ki gibi İstanbul'un güzel, eğlenceli yerlerinde geçiyor.Geliştirilmiş olan ise daha eğlenceli bir iş çıkmış ortaya.

Özetle filme gitmek istediğiniz taktirde izlenebilecek bir film, güzel bir alternatif. Benim puanım 10 üzerinden 7 bu filme.

Related Posts with Thumbnails